pazar günü, en sevmediğim gündür. kelimenin tam anlamıyla nefret ediyorum. öyle böyle değil yani. hafta 6 gün olsa ve pazar olmasa tarifi mümkün olmayan sevinçlere gebe kalabilirim, erkek olmama rağmen.
sabah kalkıyorum, kahvaltımı yapıyorum ama pazar gününün o kendine has kötülüğü çıkmak bilmiyor içimden. evin her yerinde, her şeyde günlerden pazar olmasını sindirememiş olma duygusu akıyor sanki. kabullenemiyorum. salakça mı? %100. ama böyle işte.
zaten günlerdir düşüncelere dalmış vaziyetteyim. felsefe konularına daldım ama laf olsun diye değil. okulun bitmesinin yaklaşmasının mı yoksa gelecek dediğim zerzevatın şimdimden fazlasını sunmadığını idrak etmiş olmamdan mı bilinmez derin bir durgunluk hali içindeyim.
öyle bir durgunluk hali ki tek yapabildiği favori sorum olan "neden?" diye sorabilmek. neden? hemen her şey hakkında neden sorusunu sorar oldum. o kadar salakça konular hakkında sormaya başladım ki olmasını beklemediğim akıl sağlığımdan hepten şüphe eder oldum.
geleceğin hakkımda iyi şeylere gebe olmadığını, vakti zamanında gebeyse bile çoktan kürtaj yaptırdığını anladığımdan mı bilinmez, eskiyle daha bir hesaplaşır oldum. eskiler aklıma geliyor. orada kalıyor gitmek bilmiyor. nedenler, niyeler, niçinler... o zaman neden bunu yaptın? niye bunu dedin? şunu şöyle yapsaydım acaba nasıl olurdu? macera tüneli serisi vardı eskiden. ben orta okuldayken galiba. kitap bildiğiniz sırada ilerlemezdi. her sayfanın sonunda seçenekler olurdu. şunu yapmak istiyorsan şu sayfaya, bunu yapmak istiyorsan şu sayfaya git gibi. her kitapta ortalama 20 farklı son bulunurdu. kimisi iyi, kimi kötü. işte şu ara hayatımın bir macera tüneli kitabı gibi olmasını istiyorum. her günü, her anı, her tercihi yaşar yaşamaz karşıma bir pencere açılsa ve bana opsiyonlarımı sunsa ne bileyim hoş olurdu. bunun yanında bir de ctrl+z tuşu olursa yeme de yanında yat.
tercih etmek neden bu kadar zor? neden her tercih içinde keşke barındırıyor ve hiçbir insan içinde keşke bulunan bir hayat istemezken her anını keşkelerle geçiriyor? ya da ben neden bu kadar sorgulamak zorundayım her şeyi?
hayatta her şeyin bir nedeni vardır ve bu neden gerçekleşmeden olmaz hiçbir şey. ama iyi ama kötü, ama mantıklı ama saçma ama her koşulda bir neden sonuç örgüsünde işliyor hayat. ki zaten bu nedensellik yaklaşımı ardında ya da yanında koşulluluk durumunu da getiriyor. sen beni sev ben seni seveyim, sen benim için derste imza at ben de sana atayım. ben seni bugünlere kadar yetiştirdim ki bana yaşlılığımda bana bakasın...
kaçsak bu döngüden olmaz mı? ne bileyim sormasa kimse neden diye? her gelene eyvallah deyip kabul etsek? madem gelmiş hoş gelmiş desek olmaz mı? gündelik hayat denen hengamenin içinde ezilip gitmek zorunda mı insan? hayattaki belki de en temel nedeni aramak kafi değil mi onca gereksiz nedeni sormak yerine? neden bu hayattasın? ne için yaşıyorsun? ardında neler bırakacaksın? tamam bir dostoyevski gibi karamazov kardeşler'i falan yazmadın ve muhtemelen çok çok benim yaptığım gibi kıytırık bir sözlük yazarı olmaktan öteye de geçemeyeceksin hayatta ama bıraktığın izin illa ki başkaları tarafından gözükmesine gerek var mı? hayatta bir şeyleri etrafındakiler görsün, bilsin, duysun diye mi yapacaksın? cevabını bilmeye muktedir olman yeterli değil mi?
gördünüz işte yine başladı soru sarmalı. şimdilik esen kalın ben de sarmalın ucuna yetişeyim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Varsa bir diyeceğiniz, buradan buyurun.