eylemlerin
doğası gereği yapılabilmeleri için öznelere ihtiyaçları var. ve söz
konusu toplumsal yaşam olduğunda bu özneler ben, sen, o, biz, siz ve
onlardan başkası değil. iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış ne yapıyorsak
kendimize yapıyoruz. en büyük kazığı kendimize kendimiz atıyoruz. eğitim bu noktada üzerinde hassasiyetle durulması ve düşünülmesi gereken bir konu. toplum hayatımızın belki de en önemli konusu. yani olaya hangi açıdan bakarsanız bakın, geleceği garanti altına almanın kelimenin tam anlamıyla yegane yolu. dün geçtiğinden, bugüne başlamış ve ne yazık ki tüketmek üzere olduğumuzdan, yarın bir şeyleri doğru yapabilme adına yegane şansımız olarak duruyor.
bir devlet dairesine usulsüz bir atama yapıldığında bir dönem için sorun yaratır, ya da bir başbakan ya da devlet adamı bir seçim dönemi kadar sorun yaratabilir. ancak eğitim sistemindeki bir yanlışlık kelimenin tam anlamıyla meyve sepetinin dibindeki çürük meyve gibidir. dışardan bakıldığında gözükmez ancak ağır ağır tüm sepeti yenilmez hale getirir. söz konusu meyveler olduğunda çok çok bir iki kilogram meyve parasına sorunu halledebilirsiniz de eğitim için aynısı geçerli olabilir mi?
mevcut akp hükümeti başa geldiğinde en önemli savı değişimin kendisinden başladığı ve ülkeye de aynı şekilde yansıyacağıydı. hükümeti desteklemek ya da desteklememek ayrı konular olduğundan burada değinmiyorum ancak özellikle eğitim alanında yaptığı çalışmaların toplum genelinde takdir toplayacak nitelikte olanları iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda. iyi olanların reklamını seçim döneminde hükümetin bol miktarda yapacağını göz önünde bulundurarak, beni en çok rahatsız eden değişiklikler hakkında yazmak istiyorum bugün.
eğitime dair yapılmak istenen tüm değişikliklerin temelinde sihirli bir cümle yatmakta. sihri de ironiyi de kendi içinde barındıran bir cümle. eşitliği bu denli savunup, komünizm korkusu yaşayan başka bir ülke var mıdır acep? neyse derdim komünizm değil zaten, onun da bir derde derman olduğu yok.
hükümet başa geçtiği günden bugüne eğitim konusunda köklü reformlar yapmak konusunda ciddiydi ancak önceliği kendisinin değiştiğine insanları inandırmak olduğundan -ya da kendisinin başka şeyleri değiştirebileceğine muktedir olduğuna inanmak için zamana ihtiyacı vardı bu da olabilir.- bu konuya bir türlü sıra gelmedi. önceliği tribüne oynayan konulara verdi ki arkası kuvvetlensin.
eğitime dair ilk işler biraz yumuşak oldu. fazla tepki almadan usul usul değişti bir takım şeyler. mesela yer gök birden tabela üniversiteleri ile doldu. tabela üniversitesi türkiye'nin her mezrasına lüzumsuz şekilde üniversite açarak, sözde eğitimde fırsat eşitliği yaratacaklarına inanan insanların yurdum jargonuna kattıkları bir kavram.
esasında değişim o kadar da yumuşak olmadı. bunun ispatı rakamlar. 2004 yılında
üniversite sınavına girdiğimde özel üniversiteler dahil olmak üzere
toplamda yaklaşık 80 küsur tane üniversite vardı. eğer google kandırmıyorsa şu
anda yaklaşık 173 tane üniversite bulunmakta. eğer ülkemde akademik açlık 8 yılda mutant denilebilecek bir düzeyde artmadıysa, bu işte bir sıkıntı bulunmakta. işin tuhaf tarafı son 8 yılda artan üniversite sayımızla paralel bir akademik üretim artışı yer almamakta. hatta yıllardır süregiden bazı tercihlerimizde de değişim söz konusu. şimdi diyeceksiniz ki "arkadaş bu okullar kuruldu da hemen mezun vermediler ya", doğru vermediler. ancak bu okullara hoca diye birçok insan atandı. bunlar ne yaptı onlarla birlikte bölümleri baştan mı okudular?
klasik muhalefet gibi çözümsüz eleştiri yapmak istemem. naçizane fikrime gelince, sağda solda mantar gibi üniversite türeteceğine,
mesela bölgesel bir yapıya geçiş yapılabilirdi. kastım şu, malum eğer
değişmediyse ilkokulda-lisede hayat bilgisi/coğrafya derslerinde bize
ülkede 7 bölge olduğu "ezberletildi". bunların da demografik yapı,
coğrafi yapı gözetilerek oluşturulduğu söylendi. her bölgede görece
geride kalmış bölge büyüklüğüne ve nüfusuna orantılı şekilde birkaç il
seçilse, bunlara dört başı mamur,
eksiksiz kocaman kampüs üniversiteleri kurulsa, eğitim programları da
bölgenin gerekliliklerine uygun olsa (mesela ziraat fakültelerinde
bölgenin tarım ürünlerine göre uzmanlaşma sağlanabilir ya da örneğin
marmara bölgesinde otomotiv sanayine göre uzmanlığı bulunan makine
mühendisliği fakültesi kurulabilir), ayrıca bölge insanının kendi
bölgesindeki okullara girerken görece avantajlı(kantarın topuzu kaçmadan tabi ki) olması sağlansa mesela kötü mü olurdu. az ama öz sayıda okulla, daha kaliteli eğitim verilebilirdi.
geçiş süreci bununla da bitmedi gerçi, arkasından tüm dünyaya örnek teşkil edecek bir diğer eğitimde fırsat eşitliği uygulaması devreye alındı. tüm liseler anadolu lisesi olsun, böylece herkes anadolu lisesi mezunu olsun. durumun vehametini ve ne yazık ki trajikomikliğini açıklama gereği bile duymuyorum. burada bırakıyorum.
gel zaman git zaman, kendilerinin Mimar Sinan'ın soyundan geldikleri düşüncesine kapılan yöneticilerimiz, kendi tabirleriyle "ustalık" dönemlerinde eğitim konusunu bu sefer daha radikal değişiklikler için yeniden gündemlerine aldılar. bunu yaparken değiştik, eskiyle bir derdimiz kalmadı dedikleri geçmişten hırslarını alarak çıkardılar. ha derseniz ki eskisi çok mu güzeldi, kesinlikle hayır. al birini vur ötekine.
kelime oyunlu yeni eğitim sistemimiz, atasözünün tam karşılığı olarak yolda di(ü)zülerek yola çıktı. kim hangi okulda okuyacak, nerede başlayacak? sistem nasıl olacak? ders programı nasıl olacak? seçmeli dersler ne? ve türevi tonlarca soru cevap bulamadan sistem değişimi gerçekleşti. üstelik her sistem geçişinde olduğu gibi de bir kayıp nesil yaratarak başladı.
sayfalar dolusu yazı kaleme alınabilir bu konu hakkında ancak burada sözü Ken Robinson'a bırakmakta fayda görüyorum. Kendisi eğitim konusunda araştırmalar yapan bir kişi. Aşağıdaki konuşması TED Talks etkinliğinde kaydedilmiş. Sizden ricam 20dk. ayırıp sonuna kadar izlemeniz. Belki sonrasında siz de benim gibi oturup konu hakkında görüşlerinizi yazmak ve sinirlenmek isteyebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Varsa bir diyeceğiniz, buradan buyurun.